Çağlar Boyu Ağrı ;Ağrının tarihçesi 2
İnsanlar çoğaldıkça deniz ile nehirlerin birleştikleri bölgelere ya da geniş nehir havzalarına
yerleştiler. Nil kenarında, İndus, Yangtze ve Hwang Ho, Dicle ve Fırat havzalarında bugün bile etkisini
gösteren Eski Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya ve Eski Yunan Uygarlıkları kuruldu.
Eski Mısır Uygarlığı
Kuru iklim, Nil deltasının bereketli toprakları, doğal boyalar ve papirus adı verilen nehir
kenarlarındaki kamışlarda üretilen kağıtlar Ebers, Berlin ve Smith sayesinde eski Mısır tıbbını bugüne
getirdi.
Eski Mısır tıbbını aydınlatan kaynakların en eskisi 1862 yılında Smith tarafından bulunan
papiruslardır. MÖ 2000 yıllarına ait olan papiruslarda kalp bütün organların merkezi olarak kabul
ediliyordu. Ağrının doğal olaylara ve travmalara bağlı olduğu belirtilmekle beraber fizyolojik ve anatomik
olaylar mistik düşüncelerle açıklanmaya çalışılıyordu. Onlara göre fesat, ruha sol burun deliğinden giriyor
ve vücutta ağrıya yol açıyordu. Sinir sistemi bilinmiyordu. Ağrı merkezi olarak kalpten söz ediliyor ve
vücutta çeşitli kanallar ve damarlar aracılığıyla bir ağın kalbe bağlandığı kabul ediliyor. Nepenthe adı
altında büyük olasılıkla afyondan söz ediliyordu.
Resim 2: Papiruslar
Smith papiruslarında adı geçen dönem 3. İmparatorluk dönemindeki büyük mimar, astronom,
hekim olan Imhotep dönemiydi. Imhotep görüşleri ile eski Yunanda Asclepious’u etkilemiştir.
MÖ. 1550 dönemlerini yansıtan ve 1873 yılında Ebers tarafından bulunan papiruslarda sıralanan
700 reçete söz edilmektedir. Eski Mısır’da özellikle diş ağrısına karşı soğuğun kullanıldığı bilinmektedir.
Bu papiruslardaki geniş bilgilere rağmen daha sonra ki dönemlerde dinsel etkinin artması ile Eski
Mısır Uygarlığında büyük bir gerileme gözlendi.
Eski Hint Uygarlığı
Tarihinin karanlıklarında yerini alan diğer uygarlıkların aksine Hint Uygarlığı ve kazanımları
bugünde geçmişe göre fazla değişiklik göstermeden devam etmektedir. Örneğin ünlü Babil kenti ile aynı
dönemde kurulan Ganj nehri kenarındaki Benares kentinde yaşam aynı gelenek ve göreneklerle devam
etmektedir.
MÖ 4000 yıl öncesine dayandığı tahmin edilen eski Hint Uygarlığının kutsal kitabı Rigvera’da
çeşitli bitkisel ve hayvansal kaynaklardan elde edilen ve bugün bile kullanılan Analjeziklerden söz
edilmektedir. MÖ. 622-542 yılları arasında yaşayan büyük hekim ve cerrah Susruta kalbi merkez olarak
ele almakla birlikte çeşitli ağrı yollarının var olabileceğini düşünmüştü. Bütün vücut kanal ve damarlarla
kalbe bağlandığına inanılıyordu.
MS. 5. yüzyılda Budizmin etkili olmaya başlaması olayların daha mistik ve dinsel yönden ele
alınmasını birlikte getirdi ve Hint Uygarlığındaki gelişmelerde durgunluk başladı. Ancak yine de bugün
Hindistan’da geçmişin tüm geleneksel özelliklerini taşıyan geleneksel Hindu tedavi yöntemi olan
Ayurveda hala kullanılmaktadır.
Resim 3: Eski Hind uygarlığında ağrıyla ilgili bulgular
Çin uygarlığı
Çinliler tarafından bugün bile ileri sürülen felsefeye göre dünya ve vücut denge halinde
bulunmaktadır. Bu iki dengeleyen güce Yin ve Yang adı verilir. Yan erkeklik, ışık, ısı, saldırganlık ve gücü;
Yin dişilik, karanlık, soğuk, pasiflik ve zayıflığı simgelemektedir. Dünya beş elementten meydana gelir,
toprak, su, ateş ağaç ve metal. Buna koşut olarak vücutta da beş önemli organ vardır: Kalp, akciğer,
karaciğer, dalak ve böbrekler. Beyin yalnızca kafatası içine sınırlanmış bir organdır.
Resim 4: Eski Çin uygarlığında akupunktur
Bir yıl 12 aydır. Bu nedenle vücutta akupunktur noktalarının geçtiği meridyen adı verilen 12 çizgi
vardır.Bir yıl 365 günden meydana gelir.Bu nedenle vücutta belli başlı 365 akupunktur noktası vardır.
Akupunkturun 2500 yıllık geçmişi vardır. Önceleri bambu kamışı ve balık kılçıkları ile uygulanan
akupunktur daha sonraları altın, gümüş, çelik iğnelerle uygulanmaya başlanmıştır.Bugün de yaygın
biçimde uygulanmaktadır.
Mezopotamya Uygarlığı
İnsanlık ve uygarlık denildiğinde ilk akla gelen bölge Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan
Mezopotamya’dır. Yazının ilk kez kullanıldığı Mezopotamya geçmişin bu güne dek gelmesinde en önemli
bölgelerden birisidir. İnsanlar Mezopotamya’da artık kurumsallaşmaya başlamışlardır. Hammurabi
kanunları bunun en önemli örneğidir.
Hammurabi kanunlarında şöyle bir bölüm yer almaktadır: Bir cerrah bronz bir alet ile hastanın
gözünü tedavi ederse 10 şekel alır. Gözünü kör ederse eli kesilir.
İnsanların bu kurumsallaşmasına karşın Mezopotamya’da tıp yönünden çok fazla bir gelişme
görülmemektedir. Bu dönemlerde ağrı ile ilgili fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. MÖ. 7. yüzyılda
Asurbanipal zamanında kurulan kütüphaneden ele geçirilen ve MÖ. 2250 yıllarına ait çamur tabletlerde
diş ağrısına karşı bir reçeteye rastlanmıştır. Buna göre ban otu tohumları toz haline getirilerek sakızla
karıştırılmakta ve elde edilen yapışkan madde ağrıyan diş bölgesine konmaktadır.
Resim 5: Asurlularda rahip afyon taşıyor.
İkiyüzelli bitkisel, 120 mineral ve hayvansal ilaç içeren Mezopotamya kodeksinde ağrı giderici
olarak mandagora, afyon, uyku verici olarak da güzel avrat otu ve çöpleme rizomundan söz edilmektedir.
Eski Yunan Uygarlığı
Bu güne ilham veren bir çok buluşun temelinde Eski Yunan Uygarlığının bulunduğu ileri sürülür.
Tıp, sanat, edebiyat, mimari gibi bir çok alanda ürün veren Eski Yunan Uygarlığı bu anlamda abartılmış
sayılabilir. Ancak yine de tıp konusunda önemli bir yere sahiptir.
Ağrı giderici ilaçlar ve yöntemler mitolojik öykülerde ve Homer’in destanlarında yerini
bulmaktadır.
Resim 6: Eski yunanda hasta tedavisi
MÖ. 6. yüzyılda yaşayan Tales’in okulu aydınlık çağının başlangıcı olarak kabul edilir. Bu
dönemde ilk önemli hekim Alcamaeon’dur. Pisagor’un (MÖ. 566-497) öğrencisidir. Pisagor İtalyan
yarımadasının güney ucundaki bir Yunan kolonisinde bilim ve sanatlara yönelik bir okul kurmuştur. Bu
okulda aynı zamanda tıp araştırmalarına da yer verilmiştir. Alcmameon hayvan disseksiyonlarına
dayanarak beynin duyguların merkezi olduğunu ileri sürmüştür. Onun ileri sürdüğü sinir sisteminde beyin
hem bilinç hem de uykunun merkezidir ve damarlar ve diğer kanallar aracığı ile bütün vücutta oluşan bir
ağ beyne akar. Büyük bir ampirist olan Alcameon’un bu görüşleri ne yazık ki fazla ilgi görmemiştir.
Ağrı konusundaki en önemli teorilerden birini Democritus (MÖ. 460-362) ileri sürmüştür.
Democritus dünyanın ateş, hava ve suyun sürekli değişen elementlerden meydana geldiğini ileri süren
ünlü atom teorisini geliştirmiştir. Atom teorisini ağrıya uygulayan Democritus ilk ağrı teorisinin babasıdır.
Buna göre ağrı vücuttaki keskin partiküllerin, atomların normal, kendi halindeki atomlara çarparak
meydana getirdiği bir rahatsızlıktır. Democritus beyni bilincin merkezi, kalbi emosyonların, karaciğeri de
arzuların merkezi olarak kabul etmiştir.
Modern tıbbın da babası olan Hipokrat (MÖ. 460-360) bugünkü Bodrum’un karşısında bulunan
Kos adasında yaşamıştır. Kos’taki tıp okulu bugünkü deneysel araştırmaların ve yaklaşımların da
beşiğidir. Hipokrat’ın tıp yaklaşımı akılcı, pratik ve doğanın kaynaklarını kullanmaya yöneliktir. Ağrı
vücuttaki bir dengesizlik olarak tanımlanmıştır. Beyin vücuttaki ısıyı ayarlayan bir salgıbezi gibi
görülmüştür. Bugün algoloji olarak isimlendirilen ağrı biliminin kelime kökenini oluşturan algos – ağrı,
yine Hipokrat tarafından kullanılmıştır.
Resim Hipokrat
Hipokrat klinik düzeyde ağrıya önem vermiş ve bir çok Analjezik ve diğer ağrı kesici yöntemleri
kullanmıştır. Bu ilaçlar arasında afyon- mandagora, köknar ağacı ile fizyoterapi kullanmıştır. Cerrah
sırasında acıları hafifletmek için karotis damarlarının üzerine basılması tavsiye edilmiştir. Karotis Eski
Yunanca’da derin uyku anlamına gelen “karoun”dan türemiştir.
Hipokrat’ın tıbba en büyük katkılarından birisi bugün bile geçerli olan aforizması “primum non
nocere”-önce zarar verme- ilkesidir.
Daha sonraları eski Yunan bilim ve felsefesini etkisi altına alan Plato ve Aristo ise insan anatomisi
konusunda inanılmaz bir cehalet ,derin bir spekülasyon getirmişlerdir.
MÖ. 427-347 yıllar arasında yaşayan Plato, Timaeus isimli yapıtında ağrının ruhun armonisindeki
bir bozukluk olduğunu ileri sürmüştür. Kalp bütün bu olayların ve algılamanın merkezidir. Alcamaeon’dan
farklı olarak beyin hafızanın merkezi olarak görülmüştür. Karaciğer arzuların, bağırsaklar ise iştahın
merkezidir.
Bir hekimin oğlu olan Aristo (MÖ 384-322) aslında tıbba fazla ilgi göstermemiştir. Buna rağmen
De Partibus Animus isimli yapıtında doğada her şeyin bir düzeni olduğunu, ağrının deriden
kaynaklandığını ve kan damarları ile kalbe iletildiğini ileri sürmüştür.
Aristo’ya göre de kalp; zeka, duygular ve benzeri hislerin merkezidir. Beyin ise kalp üzerinde
ısıtan ve soğutan bir termistor vazifesi görmektedir. Kalbin ısısı ağrı iletiminde de belirleyici rol oynar.
“Sensorium commune” terimini ilk kullanan ise yine Aristo olmuştur. Aristo’nun özelliği, onun
oluşturduğu dogmaların uzun yüzyıllar etkisini sürdürmesidir.
Büyük İskender’in MÖ. 323’te, onun öğretmeni Aristo’nun da bir yıl sonra ölmesi ile Eski Yunan
Uygarlığı yavaş yavaş sönmeye ve tarihteki yerini almaya başlamıştır.
Büyük İskender Dönemi
Tarihte dogmalar üzerindeki perdelerin kalktığı, bilimsel araştırmaların özgürce sürdürüldüğü
ender dönemlerden birisi olan bu dönemde Büyük İskender’in generallerinden Ptolemi önderliğinde
anatomi ve fizyolojide önemli araştırmalar yapılmıştır.
Resim 8: Büyük İskender
Kadavralar üzerinde yapılan çalışmalarla sinirler damarlardan ayrıdedilmiş, sinirlerin omurilik ve
beyinden kaynaklandığı gösterilmiştir. Konfüçyus öncesi Çin ve Budizm öncesi Hindistan’da yapılan
çalışmaların aksine bu çalışmalar çok verimli olmuştur. Ağrı ve merkezi sinir sistemi üzerinde etkili
çalışmalar sürdürülmüştür. Bu dönemde araştırmacılar İskenderiye’ye çağırılmış ve çalışmalarını
sürdürmeleri sağlanmıştır. Bu dönemde yaşayan Herophilus (MÖ. 315-280) insan kadavraları üzerindeki
ayrıntılı çalışmaları ile beynin hareket ve hislerin merkezi olduğunu göstermiştir. Beyin ve omuriliğe
giden sinirleri damarlardan ayırmış ve ruhun merkezinin beyin olduğunu ileri sürmüştür. Bu gözlemler
daha sonra MÖ. 310-250 arasında yaşayan Erasistratus tarafından sürdürülmüş ve beyin ve beyin sapı,
ve onları bağlayan yollar ortaya konmuştur. Bu araştırmacı ruhun merkezi olarak beyin sapını
göstermiştir. Beynin entelektüel kapasitesi ile ilgisini ortaya koymuştur. Bugün de gerçek olan
atardamar, toplardamar ve sinirlerin birlikte gittiğini söylemiştir.
Bu dönemdeki araştırmaların sonuçları ne yazık ki yangınlar, savaşlar arasında kaybolup gitmiştir.
Ancak yine de Herophilus insan anatomisinin Erasistratus ise deneysel fizyolojinin babası olarak kabul
edilmektedir.
Buna karşın Celsus, De Re Medicina isimli yapıtında bu araştırmacılara değinmemiş, fakat ağrı
konusuna geniş yer verilmiştir.
Eski Roma Uygarlığı
Romalılar başlangıçta tıbba fazla merak salmamış, geçmişin bitkisel ilaçlarını kullanmışlardır.
Roma İmparatorluğu büyüdükçe,yine ülkelerde insanlarla karşılaştıkça tıp konusuna ilgileri artmıştır.
Epikür’ün izleyicisi Lucretius (MÖ. 97-54) uzun şiiri De erum isimli yapıtında Romalıların dikkatini Eski
Yunan bilimine çekmeye çalışmış ve Democritos’un görüşlerini yinelemiş ve ağrı fizyolojisini
Democritos’a dayandırmıştır.
İmparator Neron ve Vespasien’in ordularında hekim eczacı olarak çalışan Dioscorides MS. 77
yılında yazdığı Materia Medica adlı yapıtında afyon, ban otu ve baldırandan yaptığı mercimek
büyüklüğünde haplardan söz etmektedir.
Resim 9,: Haşhaş sütle birlikte yaraya konuyordu.
Resim 10. Roma dönemine ait reçeteler
Eski Yunan ve Büyük İskender döneminin büyük kazanımlarını yeniden gündeme getirmek
Pergamon’da yaşayan bir Yunanlı olan Galen’e nasip olmuştur (MS. 130-200).
Hayvanlarda yaptığı araştırmalar ve cerrah olarak gladyatörler üzerindeki deneyimleri fizyolojik
mekanizmalar üzerinde fikir yürütmesini sağlamıştır. Galen’in Herophilus ve Erasistratus’tan etkilendiği
yadsınamaz.
Resim 11: Galen
Galen omurilik ve sinirler üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda hareket ve his iletisi konusunda
yeni bilgiler edinmiştir. Ağrının dokuların bütünlüğünün bir şekilde bozulmasına bağlı olarak bilinçte
meydana gelen alt bozukluk olduğu kanısına varmıştır. Ne yazık ki Galen’in düşünceleri Aristo’nun
teolojik etkileri ile değişime uğramıştır. Buna rağmen ağrı ve sinir sistemi üzerindeki katkıları tartışılmaz.
Eski Roma Tıbbı, Galen’in ölümü ile yok olmaya yüz tutmuştur.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’a kadar geçen karanlık dönemde Batı Tıbbı büyük bir
çöküş yaşamıştır. Engizisyonun karanlığı altında kalan bilim adamları kendilerini korumaya çalışmışlardır.
Bu dönemde yalnızca Aristo ve Aqiuno’lu Thomas’ın görüşleri ile hareket edilmiş ve hiç bir bilimsel
gelişmeye izin verilmemiştir. Bu karanlık dönem 8. yüzyılda Milano ve 9. yüzyılda Salerno’da açılan tıp
okulları ile sona ermeye başlar. Bu okullarda önceleri Eski Yunan ve Romalı yazarların yapıtları yeniden
değerlendirilmiştir. 9. yüzyılda kullanılan Banberg formülüne göre spongia somnifera (uyuşturucu
sünger) bazı bitkilerin sularına batırılıp ya bölgeye sürülür ya da solunarak kullanılırdı.